Korint Kralı Sisifos, ölümü iki kere kandıracak kadar kurnaz bir kraldır. Yıllarca ölüm tanrılarından köşe bucak kaçmayı başarmıştır. Fakat yaşlanmıştır. Git gide gücü azalmış; bir gün güçsüzlüğüne yenik düşerek kaçınılmaz sona gelmiş, kendini yer altında bulur. Tanrılar ona öyle bir ceza verir ki hiçbir zaman kurtulamayacağı bir azaba mahkûm edilir. Sisifos, bir kayayı dik bir dağın tepesine itme cezası almıştır. İlk bakışta Sisifos gibi güçlü-atletik yapıya sahip birisi için koloay görünen bu uğraş, dağın zirvesine tırmandıkça yaşlılığın ve yorgunluğun etkisiyle taşın ağırlığını normalden çok daha ağır hissetmesine neden olmakta; tam kayayı dağın zirvesine yerleştirecekken hop kaya yokuş aşağı yuvarlanıvermektedir. Kol ve bacakları ter ve toz içinde o kayayı yeniden dağın zirvesine kadar çıkarmak için başının üstüne alıp tırmanan Sisifos hiçbir zaman kayayı dağın zirvesine koyamayacaktır. Çünkü onun cezası tam olarak budur. Beyhude çaba. (1)
Geçtiğimiz gün (Pazar günü) öğretmenler günüydü. Eğitimin getirildiği nokta, öğretmenlerin atanamama sorunları, atansa bile özgürce mesleğini yapamaması yukarıda alıntıladığım Sisifos hikayesini düşündürdü. Bir de her yıl ağızlara sakız yapılan Harf İnkılabı gerekli miydi? Gereksiz miydi? Tartışmaları var. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bugün tarihte yolculuk zamanı. Hazırsanız kemerlerinizi bağlayın. Sizi 500 yılına ışınlayacağım.
Türkler, Şamanlıktan Müslümanlığa tarih boyunca birçok dini benimsemiş; bu dinleri kendi kök inançları ile yoğurarak yeni bir kimlik kazanmışlardır. Önceleri konar göçer bir toplumdular. Bu nedenle yazı dili sözlü tarihlerinden sonra gelir. En eski kayıtları incelediğimizde ilk olarak Kök-Türk alfabesini kullandıklarını görüyoruz. 500’lü yıllarda oluşturdukları düşünülen bu alfabe ile yazılmış günümüze kadar gelen Orhun Irmağı çevresindeki Kültigin Anıtı’nı biliyoruz. 10. yüzyıla kadar bozuk bir Türkçe ile bile olsa bu yazıyı kullanmışlardır. (2)
Daha sonra Uygur Türklerinin kullandıkları alfabeye rastlıyoruz. Bir çeşit Arap harfleriyle Türkçe seslerin yazımı olarak tarif edilebilecek bu alfabe, Türklerin Müslümanlığı benimsemeleri ile daha da geliştirilmiş; böylece cumhuriyet dönemine kadar kullanılagelen bir alfabe olarak tarihteki yerini almıştır. Türkçe seslere hiç de uyumlu olmayan bu alfabe cumhuriyete kadar nasıl ve hangi dayanaklara göre gelişmiştir?
Osmanlı’nın geniş bir coğrafyaya yayılması Arapça ve Farsça’nın etkisini giderek arttırmıştır. Yavuz Sultan Selim’in Hilafeti İstanbul’a taşıması sonucu İslam, Osmanlı’nın merkezine oturmuştur. Medreselerde Arapça’nın önemi artmış; Farsça, edebiyat dili olmuştur. Böylece dil, Osmanlıca denilen Arapça-Farsça karışık bir alfabeden oluşan yeni bir şekle bürünmüştür. (2)
Böylece Türkçe’ye Arapça ve Farsça’dan birçok yabancı kelime girmiş; sonuçta saray ile halkın arasında dil bağları kopmuştur. Türkçe Anadolu halkının konuşma dili olarak kalmış, Osmanlıca ise devletin resmi dili ve aydın kesimin kullandığı bir dil olmuştur.
1727’de matbaanın kurulmasıyla Türkçe yeniden önem kazanmıştır. Orduda yapılan yenileşme hareketleri ve teknik eleman ihtiyacı sivil okulların açılmasına, derslerin yeniden Türkçe verilmeye başlanmasına, III. Selim ve II. Mahmut dönemlerinde askeri okullarda, çeşitli Avrupa dilleri arasında Türkçe’nin de yer vermesi etkili olmuştur. (2)
1860 yılı sonrası Tanzimatın ilanı ile aydın kesim bilgilerini halka basın yoluyla aktarmak istemiştir. Basın-yayının yaygınlaşmaya başlaması okuma yazma ve dil sorunlarını gündeme taşımıştır. Cemiyet-i İlmiye Derneği’nin de kurucusu olan Münif Paşa’nın 1862’de verdiği bir konferansta söyledikleri bir ilktir: ‘Hareke (Arapça üst ve alt noktalama işaretleri, seslerin kalın ve ince olmasına yarayan işaretler) kullanılmadığı için bir kelimenin çeşitli biçimlerde okunabildiğini, anlamları bilinmeyen bazı kelime ve özel isimlerin okunamadığını, Arapça-Farsça kelimelerin birleştirilmesinin çokluğunun okuma-yazmayı zorlaştırdığını, büyük harf olmadığı için özel isimlerin diğerlerinden ayırt edilmediğini, Avrupalıların yazılarında böyle zorluklar olmadığı için, 6-7 yaşından başlayarak her insanın okuyup yazabildiğini, bizde ise yazımızı öğrenmenin zorluğu yüzünden halkın fikren terbiyesinin mümkün olmadığını, Arap harflerinin kitap basımı için uygun olmadığını, diğer milletlerin 30-40 harfle istedikleri kitabı basabildiklerini, bizde düzyazı ile kitap basabilmek için bile, yüzlerce işarete ihtiyaç bulunduğunu’ savunmuştur. (1)
Modern okulların da açılmasıyla Latin harfleri ile Osmanlıca sık sık karşılaştırılmaya başlanmıştır. Bu dönemde birçok farklı görüş ortaya atılmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: Azerbaycanlı şair Ahunzade Feth Ali, Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’ye bir tasarı sunarak Arap harflerinin zorluğu, Arap harflerinin kullanılması için dini bir zorunluluk olmadığı ve yeni bir yazı sisteminin alınabileceğinden söz ederek, hazırladığı raporda, yüzyıllardır kullanılan bir yazının değiştirilmesinin zor olduğu sonucuna varmıştır. Dönemin aydınlarından Namık Kemal ile İran elçisi Melkum Han ise konuyu Hürriyet gazetesinde tartışmışlardır. Melkum Han, ülkede eğitimin çok geri bir düzeyde olduğundan, Arap harflerinin sakıncalarından, düzeltilmesi gerektiğinden bahsetmiş; Namık Kemal ise; alfabe değişikliğinin zorluğuna, birçok kötülüklerin alfabeden değil, bilgi eksikliğinden kaynaklandığını savunmuştur.
Bu konuda bilinen en ünlü gelişme Enver Paşa’nın harflerin birleşmesini iptal ettiği yazı reformudur. Buna göre başta-sonda-ortada Arap harflerinin birleştirilmeden yazılması esasına dayanan bir alfabe geliştirmiştir. 9 Ordu’da bir süre uygulanan bu yazı, eski alışkanlığı bozduğu, bu yüzden işleri geciktirdiği şikayetleri nedeniyle savaşlar sırasında uygulamadan kalkmıştır.
Ayrıca dönemin yazarları, Hüseyin Cahit, Abdullah Cevdet, Celal Nuri İleri, Kılıçzade Hakkı gibi yazarlar, Arap harflerinin bırakılarak, yerine Latin harflerinin kabul edilmesi görüşünü dahi savunmuşlardır. Bu dönem alfabe konusunda her türlü görüşün tartışıldığı bir dönemdir. En çok kabul gören iki görüş; Arap harflerinin Allah tarafından gönderilmiş olduğu, onunla okuma yazmanın bir din gereği olduğu, Latin harfleri kabul edilirse, eski bilim ve kültürümüzün mahvolacağı, eski ile olan bağlarımızın kopacağı fikirlerine karşılık; ilerlemenin ve okuma yazmanın gelişmesi için Arap harflerini bırakmak gerektiği, böylece daha kolay okuma yazma öğrenilebileceği idi.
Bu tartışmalar şüphesiz o dönem Harbiye’de eğitim görmekte olan ve 1. Dünya Savaşı’na da katılmış olan genç subay Mustafa Kemal tarafından da takip edilmiştir. Yani 1928 yılında hayata geçirilen harf devrimi ne bir tesadüftür ne de bir macera. Osmanlı coğrafyasında 68 yıldır süregelen hararetle tartışılan bir zaruretin hayata geçirilmesi bir kişinin bu cesareti sonunda gösterebilmesidir.
İşte bu nedenle her yıl öğretmenler gününde harf inkılabı ile ilgili söylenen şu klişe söze gülüp geçiyorum: Bir gecede cahil kaldık… Bu cümleleri sarf edenler tıpkı Sisifos’un çok kolay bulduğu taşı güçlü kolları ile alıp dik dağın en zirvesine koymaya çalışıyorlar. Ama beyhude! Çünkü o kadar yakışmıyor ki o taş oraya. Her seferinde yeniden yeniden ve yeniden yuvarlanıyor. Çünkü araştırmaya kalkınca arkasında sağlam dayandığı bir duvarın olmadığı apaçık görülüyor!
Berna DEVECİ
BFDK Üyesi
Yararlanılan Kaynaklar:
1) Adıbelli, R (2018). Sisifos Miti ve Bir Hermenötiği. Bilimname
2) Tongul, N (2004). Harf İnkılabı. Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi
YARIN: Cumhuriyet Dönemi Harf İnkılabı Hazırlıkları ve Latin Harfleri’nin kabulü
https://www.okurmedya.com/yazar/berna-deveci/beyhude-cabalar-268-kose-yazisi
Bir yanıt bırakın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.