Kral Çıplak!

Hakikatin Gür Narası: Kral Çıplak!

“Bir toplum gerçeklerden ne kadar uzaklaşırsa; gerçeği söyleyenlerden o kadar nefret eder.” George Orwell.

Hakkın hatırının her şeyden âli tutulması gereken bu dünyada; gerçekler karşısında susan insanın kendisinden kaçışıdır hakikatler. Gerçeği tüm çıplaklığı ile bilmelerine rağmen, gerçeği söyleyememenin verdiği utançla yaşayan vicdan yoksunlarının yüzüne çarpılmış tokattır bu söz.

Tarihe adanmış bu sözün hikâyesini bilmeyen yoktur. Megaloman kralın, dalkavukları yüzünden düştüğü hali hikaye eden bu kıssayı kısaca hatırlatayım. İşte o eskimeyen Hans Christian Andersen’den Kral Çıplak öyküsü:

Giyimine düşkün kral, bir gün emir erini çağırıp, ülkedeki terzilere duyuru yapmasını ister.

Duyuru şudur: Kim en güzel elbiseyi dikerse, onun sandıklar dolusu altınla ödüllendirileceği, beğenilmez ise kellesinin gideceğidir.

İlanı duyan terziler saraya koşar, ama çoğu bu cesaretinin bedelini kellesi ile öder. Fakat uyanık bir terzi saraya giderek krala bu işe talip olduğunu söyler.

Nihayetinde işi alan terzi, haftalar sonra, sadece akıllıların görebildiği ama aptalların göremediği elbiseyi getirir. Doğal olarak, kral ve adamları, aptal konumuna düşmemek için “ortada elbise falan görünmüyor” diyemezler.

Kral ilk törende, halkının huzuruna, bu sadece akıllıların görebildiği elbiseyle çıkar. Tabii kralın dalkavukları bu arada elbisenin özelliklerini halka anlatmışlardır.

Aynı şekilde halk da aptal durumuna düşmemek için kralı alkışlar ve tezahüratlarla karşılarlar. Ama gel gör ki, bu tür entrikalara aklı ermeyen ufak bir çocuk, gördüğü manzara karşısında kendini tutamaz ve “anneee bak, kral çıplak” diye bağırır.

Olayın büyüsü bozulur ve halk, kral çıplaaak diye bağırmaya başlar.

Hayat hikayedeki gibidir. Gerçekleri aslında herkes görür ama söyleyemez. Hakikati haykırabilmek için önyargısız, menfaatsiz, beklentisiz ve cesur olmak gerekir.

Görüp de gördüğünü söyleyememek ne kadar acı. Ne büyük bir talihsizlik.

Bu durumu görüp de Necip Fazıl Kısakürek’in Sakarya Türküsü’nde;

“İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;

Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.

Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;

Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.

Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;

Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir”

dizelerindeki insan tasvirini hatırlamamak mümkün değil. Hayat zıtlıklarla değerinin anlaşıldığı gibi insanlar da olaylar karşısındaki tepkileri ile gerçek hüviyetleri ortaya çıkar.

Gerçekten ne büyük bir imtihandır bu gerçekleri görürken söyleyememek. Ne büyük bir talihsizliktir insan için. NFK bu yükü insanın taşıyamayacağını veciz dizeleriyle dile getirmiş.

“Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya!

Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?”

“İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su;

Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.

Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;

Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?”

Bir insan nasıl taşır bu yükü vicdanını bir yere koymadan? Yaşamak gerçekler karşısında susmak mıdır? Gerçekler karşısında susan kişiye yaşayan insan denilebilir mi?

Siz, hayat süren leşler sözü ile hakikati ters yüz edenler için bundan daha güzel bir tanımlama yapılabilir mi?

Evet, siz hayat süren leşler. Siz hakikatler karşısındaki sessiz yığınlar. Siz elması bakırla değişen kişiliksizler. Siz hayatın anlamını ters yüz eden kirli ruhlar. Siz hakikat karşısında susan dilsiz şeytanlar. Siz sureta insan görünümlü belhum adallar.

Ne zaman insan olmanın erdemini, güzelliğini anlayacak ve hakkı söyleyeceksiniz. Hakkı söylemeyen dillerinizle hayatımızı daha fazla karartmayın. Çekilin aradan, çıkın gidin bu dünyadan. Dünya bugün yaşanmaz ise sizin “Kral Çıplak” diyememenizden.

Biz hakka ve hakikate aşık gönüller olarak bu yığınlara Necip Fazıl Kısakürek’in seslendiği gibi haykıralım ve tarihe notumuzu düşelim.

Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!

Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak.

(Necip Fazıl Kısakürek)

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*